Bugüne Kadar Bu Dünyanın tanık Olduğun Anlarını Anlatmakla Başlayalım
“Salt Beyoğlu / Evrenin Titreşen Işıkları ”
(Sergiyi gezmek için son tarih 30 Aralık 2018)
Sevgili Komag okuyucuları,
Bu hafta sizleri Küratörlüğünü Van Abbemuseum’un Baş Küratörü Annie Fletcher’in üstlendiği, adını Çinli bilimkurgu yazarı Cixin Liu’nin ‘Üç Cisim Problemi’ / ‘Three-Body Problem’ başlıklı bilimkurgu romanından almış olan ve tanım olarak da ‘kifayetsiz şimdi algılaması’nı sorgulayan ‘Evrenin Titreşen Işıkları’ sergisine götürüyorum. (Bilmeyenler için, Liu’nin romanı, gizli bir askeri projenin uzaylılarla olan iletişimini anlatan, 2015 Hugo En İyi Roman Ödünü almış ve hemen sonrasında da filme uyarlanmış önemli bir romanı.)
Sergi adı, yeri, ne zaman açıldığı, ne zamana kadar açık olacağı ve ne kadar sürede tamamlanabileceği hakkında kısa kısa..
Sergi, 12 Eylül sabahı Salt Beyoğlu’nda sanatseverle buluştu ve 30 Aralık’a kadar da kapılarını açık tutmaya devam edecek. Salt Beyoğlu’nun giriş katından itibaren 3 katına yayılmış olan sergi, 4 kuvvetli sanatçıya ait içinde daha çok performatif sanat öğeleri barındıran bir sergi olma özelliği taşıyor. Genel anlamda insanın dünyayı kavrayışındaki dönüşümlere istinaden tarih ve geleceğin yeniden yapılandırılması fikrine dayanan bu sergide geçirebileceğiniz vakit ise ortalama 1-2 saat.
Sergi hakkında aklınızda kalmasının iyi olacağı bazı şeyler..
Biliyorsunuz Salt Beyoğlu son 2.5 yıldır mekansal düzenlemeler nedeniyle sanatseverlerden uzak kalmış durumdaydı ve bu süre zarfında da çalışmalarına Salt Galata üzerinden devam ediyordu. O nedenle “Evrenin Titreşen Işıkları” Sergisi ile beraber Salt Beyoğlu aynı zamanda uzun bir aradan sonra yeniden sanat ortamına da geri dönmüş oldu. Dolayısıyla Salt Beyoğlu özelinde bu serginin önemi büyük.
Sergi özeline gelirsek. Öncelikle sergide yer alan 4 kadın sanatçının Salt Beyoğlu’nun farklı katlarına ve konumlarına yerleştirilmiş işlerinin adeta sizinle bugüne kadar hiç alışkın olmadığınız bir biçim ve dil ile konuşacağından emin olabilirsiniz. Yani bu sergide biraz farklı şeylere tanık olacaksınız.
İlk olarak, Salt Beyoğlu’na girdiğiniz andan itibaren karşınıza çıkan pembe, mavi ve beyaz duvarlar ve duvarların ortasından geçen siyah beyaz bulmaca karelerini anımsatan şeritler İngiliz Sanatçı Navine G. Khan-Dossos’a ait. Navine, aslında bir yönü ile diğer sanatçılardan ayrılıyor çünkü Navine mekana özgü enstalasyonlar ve duvar resimleri yapan bir sanatçı. Yani haftalar boyunca Salt Beyoğlu’nda kendisi için ayrılan duvarlara teker teker fırçası ile kendi duvar resmini işlemiş. Haliyle de işini, o bu çalışmaları yaparken kendisine tanık olan güvenlik görevlilerine ithaf ederek, işine ‘Güvenlik Görevlileri için Performans’ adını vermiş. Kendisinin her katta işlerini görebiliyorsunuz. Navine, basın toplantısında özellikle Salt Beyoğlu’nun tavanlarında yer alan freskler ile duvarlardaki desenlerin tezatından bahsederek, tavan süslemelerine gönderme yaptığını ve bu şeritlerin aslında yapının cadde kotunda dükkan, üst katlarda konutları barındıran özgün kullanımı simgelediğini anlattı. Ancak tabi benim aklıma Navine bunu anlatırken bu çizgilerin aynı zamanda ne kadar da çok yaşam çizgilerine benzediği geldi. Sanki fosforla işaretli yerler hayatımızın önemli ve unutulmaz olaylarının kayıtlı olduğu anlar, geri kalan siyah beyaz yerler ise uzaktan birbirinin bir tekrarı gibi görünen gün, hafta ve yıl döngülerini simgeliyor gibiydi. Bu tabi tamamen benim yorumum..
Navine’den sonra eğer ki merdivenle yukarı doğru çıkıyorsanız ilk karşınıza çıkacak eser gri kadife perdelerin sakladığı karanlık bir salon. Bu salondan hem ikinci katta hem de serginin son bölümü olan 3’ncü katta yer alıyor ve bu iş, işleri sergilenen bu 4 kadın sanatçı arasındaki tek Türk sanatçı olan Merve Ünsal’a ait. Ünsal’ın işlerinden biri ‘Dışarıda Değil, Öncesinde’ biri ise ‘Duymamış Olayım’ başlıklarını taşıyor ve her iki işi de 2018 yılına ait. Bu karanlık oda aslında sizleri Açık Radyo’nun işbirliği ile gerçekleştirilmiş bir ses enstelasyonu ile yani bir radyo oyunu ile buluşturuyor. Bu oyunda, Ünsal’ın Beyoğlu’ndaki bir İski çatlağından yeraltı konuşmasını dinleyişine tanık oluyoruz. Sonrasında da aralarından birinin Salt Beyoğlu olduğu 5 ayrı binanın aralarında geçen konuşmalarının yer aldığı teatral bir performans ile karşılaşıyoruz. Oyunu yazan ve seslendiren kişi Merve Ünsal. Odanın dört bir yanında yer alan hoparlörler aracılığı ile bize aktarılan bu radyo oyunu, aynı zamanda açılıştan bir önceki gece olan 11 eylül akşamı Açık Radyo yayınında yayınlanmış olan da bir kayıt. Hatta isteyen bu kayda internet üzerinden de erişip dinleyebiliyor. Diğer salonda ise Ünsal’ın yeni taşındığı evine komşu olan bir evi izlerken düşündüklerini ve röntgenciliğin gerçekte ne olduğu düşüncesine erişmiş oluyoruz. Ünsal aslında bana göre bir anlamda bu iki oda ile beraber bize aslında hep maruz kaldığımız ancak düşünmek için fazla vakit harcamadığımız hayatlarımızdan bazı kesitleri sunuyor ve tanık olduğumuz şeyleri yeniden gözden geçirmemize olanak tanıyor.
Ünsal’ın işi sonrası ise Anna Boghiguian’ın işleri ile karşılaşılaşıyoruz. Kahire doğumlu Ermeni bir sanatçı olan Boghiguian’un okyanus mavisi duvarlarda yanyana asılmış dikdörtgen sayfalarını görüyoruz. Anna’nın ‘Akla Giden Yollar’ başlıklı işinin yansımaları olan bu sayfalarda bir anlamda zihne düşen düşünceler Anna tarafından görünür kılınıyor. İlk kez burada sergilenen 80’den fazla iş serisinde Anna aslında kendi dünya haritasını çizerek toplumsal, kültürel, ruhsal, ekonomik, doğal, fiziki, biyolojik, jeopolitik ve coğrafi öğeleri kendi dilinde anlatmış oluyor. Eşzamanlı olarak ise Anna ‘şiddet dolu bu çetrefilli dünya mahşer yeri gibidir’ diyerek toprağın aynı zamanda hayat döngüsünü de anlattığını bize yere atılmış olan bir toprak öbeği ile gösteriyor. Ancak bana göre yerde duran toprak üzerine ince sopalara batırılmış kağıttan insan, hayvan, uzay araçları, asker figürleri ile canlı kaktüsler aynı zamanda insanoğlunun üzerinde yaşadığı toprak üzerinde tanık olduklarının kısa bir özeti niteliğinde. Salonun geri kalanında ise yine Navine’in işlerinin devamı görüyorsunuz.
Bir üst katta ise Rana Hamadeh’in ‘The Ten Murders of Josephine (The Tongue Twitter)’ işinden bir kesit ile karşılaşıyorsunuz. Bir arya ile sizi karşılayan sergi alanında ilk gördüğünüz şey nokta vuruşlu bir yazıcıdan aralıksız çıkan kağıtlar, iki demir salıncak, boş bir çalışma masası, bu masa üzerinde duran bir ofis telefonu ve duvarda sürekli aktif bir biçimde çalışan 3 ayrı led tabela oluyor. Bu alanın içinde yürürken huzursuz bir takım sesler duyuyorsunuz ve eş zamanlı olarak da duvardaki led ekranlarda yazan kelimeleri okuyorsunuz. Sonra birden masadaki telefon çalmaya başlıyor ve eğer bu iki demir salıncaktan birine oturup son hız sallanmaya başlarsanız da arka fondaki müziği bizzat siz farkında olmadan değiştirmiş oluyorsunuz. Siz salıncakta sallanmaya başladığınız an arya sesi gidiyor ve yerine ezan sesi geliyor. Böylece duymuş olduğunuz yeni sesle beraber de tepkinizin değişimine ve şaşkınlığınıza tanık olmuş oluyorsunuz. Rana, aslında bana göre kısır iş döngülerimiz içindeki hayatlarımızda aldığımız aksiyonların ve duyduğumuz bir takım şeylerin bizi ne denli limitlemekte oluşunu bizlere deneyim yolu ile aktarmış. Yeni Rana bana göre eş zamanlı olarak sürekli çalan bir iş telefonunun kısa kodunun aslında hiç istemediğiniz bir kimsenin size sınırsız sürede ulaşabilme garantisi verişi veya ofis ortamında size ait olan bir masanın her ne kadar size ait olsa da dört duvar arasında özgürlük değil aksine prangadan farksız oluşu gibi sembolik öğeler ile sizi yüzleştiriyor. Bu gerçeklik içindeyse durmadan akıp giden yazıcı sayfaları bana göre bir anlamda geçmekte olan zamanın fiziki görünüşünü ve istenildiği gibi geçmeyen zamanın bir kenara olduğu gibi birikişini gösteriyor. Duvardaki led ekranlar ise bana göre koşul durumlarınızı size hatırlatıyor. Salıncak ise burada limitli özgürlüğü simgeliyor. Yani aslında özgürlüğünüzü simgeliyor ki eğer masa başından kalkıp da salıncağa oturursanız, ardından da özgürce sallanmaya başlarsanız bu durumda birşeyleri fiziki anlamda değiştirmiş oluşunuzla da karşı karşıya kalmış oluyorsunuz. Herşey düzeni bozmak konusu ile ne kadar barışık olduğunuz ve istediklerinizin peşinden gitmeye ne kadar yatkın olduğunuz ile alakalı bir durum. Arya sonrası devreye giren ezan sesi ise bu hayatta sınırlı olduğumuz durumların bir sembolü bana göre. Bir anlamda korkunun sembolü. Çünkü korku, bizi bu hayatta yapmamamız gereken şeylerle karşılaştığımızda çevreleyen bir duygu durumu. Dolayısıyla bana göre Rana burada aslında özde bir insanın özgür olduğunu sandığı ancak gerçekte asla özgür olmadığı hayat döngüsünü ve bir insanın hayatında yapması gerekenler ve yapmaması gerekenler arasında sıkışmış olan ruhunun ne kadar özgür olabileceğinin sorgulaması yaptırıyor insana.
Dediğim gibi Salt Beyoğlu’nda yer alan işler ilk etapta basitmiş gibi görünse de aslında çok derin bir takım kavramlara hizmet ediyorlar ve hepsi de bize, bizim her an içinde olduğumuz, tanık olduğumuz, kendi dünya düzenimize ait bir takım gerçekliklerden önemli kesitler sunuyorlar. Açıkçası sırf bu eksenden bile düşünüldüğünde 2011’de Salt Beyoğlu’na dönüşen Siniossoglou Apartmanı’nın 150 yıllık geçmişinde, bu denli gerçek ve irkiltebilen bir performans akışı, apartmanın üzerinde taşıdığı tarihi doku ile şu an tanıklık etmekte olduklarına bakıldığında sanırım tam uyumu yakalayabilmiş bir durum. Salt Beyoğlu bu sergi için, ‘bir dizi sanat nesnesinden ziyade mekansal müdahale ve hatta klasik sergileme biçimlerine karşı birer performatif iddia niteliğindedir’ şeklinde bir tanım yapmış. Bu da sanırım bizlere aynı zamanda da şöyle bir mesaj vermiş olduğu anlamına geliyor: “Yalnızca kendinizin ve bugüne kadarki kendi tarihinizin tanığı olacağınız türden bir sanatsal çarpışma sergisine hazır mısınız?”
Yeniden görüşünceye dek sanatsız kalmayın sevgili KoMag okuyucuları!